Mağduriyetini Kaybetmek İstemeyen İnsan, ve Sanatın İyileştirici besteleri |
İnsanlar, davranışlarının doğruluğu ya da yanlışlığı, faydalılığı ya da zararlılığı fark etmeksizin, tekrar ettikleri davranışlar karşısında kendilerine psikolojik bir konfor sağlarlar. Bu durum, fiziksel olarak zarar verse bile, tekrar edilen davranış örüntüsü belli bir zaman sonra bağımlılığa dönüşür ve bir konfor alanı oluşturur. Bu konfor alanını, her şartta kaybetmek istemezler. Mağduriyet psikolojisi de bunun gibidir. Bütün olumsuzlukları yaşayan bir insan, kendini mağdur gördüğünde bu bağımlılık devreye girer.
Psikolog Dr. Judith Herman’a göre, “Travma, insan zihninde, mağduriyetin sürekli olarak yeniden yaşanmasına neden olan bir kalıp oluşturur.” İnsan, olumsuz olayların öznesi ve kurbanı rolünü kabullenir ve bu kurban rolündeki kişi, mağduriyetini kaybetmemek için iyileşmek istemez. Psikanalist Sigmund Freud ise bu durumu “tekrar zorlaması” olarak adlandırır. Freud’a göre, insanlar, acı veren deneyimlerini bilinçdışında yeniden yaşama eğilimindedirler.
Bu süreç, bilinçaltı yardımıyla gerçekleşir ve davranışları bu yolla yönlendirir. Aldığı tüm kararlar bu yönde olur; olumsuzluğu gördüğü halde davranışını değiştirmez. Mağdur olmayı bilinçaltında devam ettirmek ister, çünkü bu bir bağımlılıktır. Carl Jung, “Bilinçdışı ile yüzleşilmedikçe, bilinçdışı hayatınızı yönlendirecek ve siz buna kader diyeceksiniz,” der. İnsanlar, mağduriyetin getirdiği konfor alanından çıkmayı, bilinçli bir çabayla gerçekleştirmedikçe, bu döngüden kurtulmaları zorlaşır.
Felsefi açıdan baktığımızda, Friedrich Nietzsche’nin “Güç İstenci” kuramı, bu durumu açıklamaya yardımcı olabilir. Nietzsche, insanların kendilerini güçlü hissetmek için belirli davranış kalıplarına tutunduğunu savunur. Mağduriyet psikolojisi de bu kalıplardan biridir. Mağdur rolünü benimseyen bir kişi, bu rol sayesinde çevresinden ilgi ve sempati toplar, bu da ona bir tür güç ve kontrol hissi verir.
Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğunda ise, “Kendini kurban olarak görmek, özgürlüğün reddidir,” ifadesi önemli bir yer tutar. Sartre’a göre, insanlar, kendi seçimlerinin sorumluluğunu almadıklarında, kurban rolünü üstlenirler ve bu şekilde kendi özgürlüklerinden kaçarlar. Mağduriyetin konforuna sığınmak, bireyin kendi varoluşsal sorumluluğunu reddetmesidir.
Sosyoloji perspektifinden baktığımızda, bu durumu çeşitli kuramlarla da ilişkilendirebiliriz. İlk olarak, Rol Kuramı’na göre, toplum içinde her bireyin belirli roller üstlenmesi beklenir. Mağduriyet rolü, bireye toplumdan belirli tepkiler ve destekler getirebilir. Toplumsal yapı, bireyin bu rolü sürdürmesini pekiştirebilir. Erving Goffman’ın dramaturji yaklaşımı, bireylerin toplumsal etkileşimlerde sürekli olarak performans sergilediğini vurgular. Mağduriyet rolü, bu performansın bir parçası haline gelebilir ve birey, bu rolü oynamaya devam ettikçe, toplumun tepkileri de bu davranışı pekiştirir.
Etiketleme Teorisi, bireyin toplumsal olarak nasıl tanımlandığının, onun kimliğini ve davranışlarını nasıl etkilediğini inceler. Mağdur olarak etiketlenen bir birey, bu etiketi benimseyebilir ve bu kimlikle özdeşleşebilir. Howard Becker’ın bu teoriye katkıları, sapmanın toplumsal bir inşa olduğunu vurgular. Mağduriyet de bu bağlamda, toplumsal bir inşa olarak görülebilir ve birey bu kimliği sürdürmek için bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde davranışlarını yönlendirebilir.
Çatışma Teorisi ise toplumsal yapının, bireyler arasındaki güç dengesizlikleri üzerinden şekillendiğini öne sürer. Mağduriyet, güçsüzlük durumunu sürekli kılarak, bireyin toplumsal statüsünü sabitler. Bu bağlamda, Karl Marx’ın sınıf mücadelesi ve Max Weber’in toplumsal tabakalaşma teorileri, bireyin mağduriyet rolünü sürdürmesinin, toplumsal yapının bir sonucu olduğunu savunur.
Sanat ve besteye geldiğimizde, mağduriyetin bu derin ve karmaşık yapısını ifade etmenin güçlü bir yolu olarak ortaya çıkarlar. Sanat, insanın içsel dünyasını, acılarını ve mücadelelerini yansıtma gücüne sahiptir. Mağduriyetin estetik bir formda ifade edilmesi, bireyin içsel çatışmalarını dışa vurmasına ve bu çatışmalarla yüzleşmesine olanak tanır.
Beste, bu anlamda, duygusal ifadeyi yoğunlaştıran ve dinleyiciye derin bir deneyim sunan bir araçtır. Besteciler, mağduriyetin psikolojik, felsefi ve sosyolojik boyutlarını melodiler ve armonilerle ifade edebilirler. Ludwig van Beethoven’ın 5. Senfonisi, kaderin insan üzerindeki kaçınılmaz etkisini dramatik bir şekilde ifade eder. Gustav Mahler’in eserleri ise insan ruhunun derinliklerindeki acıyı ve mağduriyeti müzikal bir anlatıma dönüştürür.
Bu bağlamda, Anatolia Filarmoni Senfoni Orkestrası gibi orkestraların, mağduriyetin temalarını ele alarak besteledikleri eserler, sadece bireysel bir iyileşme sürecine katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun bu konudaki farkındalığını artırır. Sanatın ve müziğin iyileştirici gücü, bireylerin ve toplumların mağduriyet psikolojisinden kurtulmasına yardımcı olabilir. Bu eserler, mağduriyetin konfor alanından çıkmanın ve bireyin kendi varoluşsal sorumluluğunu almasının estetik bir ifadesi olabilir.
Tarihte Bir Örnek: Dmitri Shostakovich ve Stalin Rejimi
Sanatçılar, tarihte pek çok kez zorlu koşullarla ve mağduriyetle yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Örneğin, Sovyet besteci Dmitri Shostakovich, Stalin rejiminin baskıları altında çalışmak zorunda kalmıştır. 1936 yılında, Shostakovich’in “Lady Macbeth of the Mtsensk District” operası, Pravda gazetesinde “Müzikal Karışıklık” başlıklı bir makale ile ağır bir şekilde eleştirildi. Bu eleştiri, Stalin’in kişisel beğenilerini yansıtan bir saldırıydı ve Shostakovich’in kariyerini ve hayatını tehdit eden bir dönüm noktası oldu.
Shostakovich, bu baskılara rağmen, müziğinde direniş ve mağduriyet temalarını işlemeye devam etti. Özellikle 5. Senfonisi, “Sovyet vatandaşının ruhsal ve ideolojik gelişimi” olarak sunulmuş olsa da, alt metinlerinde derin bir acı ve direnç taşıdığı geniş bir şekilde kabul görmüştür. Bu senfoni, Stalin rejiminin baskısı altında ezilen bir halkın duygularını yansıtır ve mağduriyetin estetik bir ifadesi olarak okunabilir.
Shostakovich’in müziği, kişisel ve toplumsal mağduriyetin bir yansımasıdır ve sanatın iyileştirici gücünün bir kanıtıdır. Onun eserleri, yalnızca bireysel bir iyileşme sürecine katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun mağduriyet psikolojisinden kurtulmasına yardımcı olur. Sanat, bu bağlamda, mağduriyetin ötesine geçmenin ve özgürlüğe ulaşmanın estetik bir aracı olarak hizmet eder.
Sonuç olarak, mağduriyet psikolojisi, insanların bilinçaltında bir bağımlılık yaratır ve bu bağımlılıktan kurtulmak, bilinçli bir çaba gerektirir. Hem psikolojik hem de felsefi açılardan ele alındığında, mağduriyetin konfor alanından çıkmak, bireyin kendi sorumluluğunu alması ve bu döngüyü kırmasıyla mümkün olacaktır. Sosyolojik kuramlar ise, bu durumu toplumsal bağlamda anlamamıza yardımcı olur ve bireyin davranışlarını şekillendiren toplumsal dinamikleri açığa çıkarır.
Dr.Ayhan Özel