BLOG SANAT

BLOG SANAT

BLOG SANAT

Olumsuzluklar Karşısında Kendini Kötü Hisseden İnsan Sağlıklıdır

Ruh sağlığı yerinde olan insanlar her zaman kendini iyi hissetmezler. Bir olumsuzluk varsa problemi hissederler, izdirap varsa acı çekerler. İçindeki adalet sistemine ters düşen bir şey olduğunda itiraz ederler ve öfkelenirler. Bu tür duygular organik ve dürüst duygulardır. Hatta bir suç varsa hesap sorarlar. Bu duyguları terapi ile yatıştırma fikri tam bir patolojidir. Gerçek ve dürüst duygu hiçbir zaman terapi ile yatıştırılmaz. Duyarsızlaşmak modern dünyanın dayattığı kapitalizmin bir patolojisidir. Ruhsal olarak sağlıklı olan insanlar yaşadıkları duygu durumlarını aşırı dışarı vurmadan ama onları kontrol altına almadan yaşarlar. Bir duygu durumunun kontrol altına alınması demek duyguyu baskılamak demektir, bu kalıcı bir patoloji sebebidir. Bu yüzden denge çok önemlidir.

Olumsuzluklar karşısında kendini kötü hissetmek, aslında insan olmanın özünde yatan bir erdemdir. Sanat, bize bu erdemin önemini en derin şekilde hatırlatan bir araçtır. Van Gogh’un fırça darbelerinde, Beethoven’in senfonilerinde, Dostoyevski’nin karakterlerinde hep bu insani duyguların yankılarını duyarız. Bu eserler, acı ve izdirabın, adaletsizliğe duyulan öfkenin birer yansımasıdır.

İnsan ruhu, adalet ve doğruluğa olan özlemiyle, dünyadaki çarpıklıklara karşı tepki verir. Bu tepkiler, bazen öfke, bazen de derin bir üzüntü şeklinde ortaya çıkar. Ruh sağlığı yerinde olan insanlar, bu duyguları bastırmak yerine onlarla yüzleşir ve onlardan bir anlam çıkarır. Nietzsche’nin dediği gibi, “İnsanın en derin duyguları, en yüce düşünceleri doğurur.”

Ludwig van Beethoven, eserlerinde sıklıkla kendi içsel mücadelelerini ve toplumsal adaletsizliklere duyduğu öfkeyi ifade etmiştir. Onun müziği, duygu ve düşüncelerin saf bir yansımasıdır. Beethoven, “Sanatın özü özgürlüktedir,” derken, aslında bireyin duygularını özgürce ifade etmesi gerektiğini vurgulamıştır. O, duygularını bastırmak yerine müziği aracılığıyla dünyaya haykırmıştır.

Vincent van Gogh, fırça darbeleriyle kendi ruhsal derinliklerini ve çevresindeki dünyayı keşfederken, acı ve hüzün dolu bir hayat yaşamıştır. Onun resimleri, içsel kargaşasının ve melankolisinin birer dışavurumudur. Van Gogh, “Gerçekten de içimizdeki ateş sönmediği sürece, duygularımızı bastırmak yerine onlarla yaşamayı öğrenmeliyiz,” diyerek duyguların önemini vurgulamıştır.

Fyodor Dostoyevski, karakterleri aracılığıyla insan doğasının karanlık yönlerini ve toplumsal adaletsizlikleri derinlemesine incelemiştir. Onun eserleri, insanın ruhsal çatışmalarını ve ahlaki ikilemlerini gözler önüne serer. Dostoyevski, “Acı çekmek insan varoluşunun bir parçasıdır, ve bu acı bizi daha derin düşüncelere ve daha yüksek bir bilinç seviyesine ulaştırır,” diyerek olumsuz duyguların insan gelişimindeki rolünü belirtmiştir.

Duyguların terapi ile yatıştırılması, modern dünyanın insan ruhuna karşı işlediği bir tür suç gibidir. Bu, insanı mekanikleştirir, onu kendi doğasından uzaklaştırır. Gerçek duygular, terapi ile değil, sanatsal ve felsefi bir bakış açısıyla anlaşılabilir ve dönüştürülebilir. Zira, insan ruhunun derinliklerinde yatan bu duygular, bizi insan yapan ve hayata anlam katan unsurlardır. Carl Jung, “Ruh sağlığı, kişinin duygularını bastırmak yerine onları kabul etmesi ve anlaması ile sağlanır,” diyerek bu durumu özetler.

Duyarsızlaşma, kapitalizmin bireye dayattığı bir patolojidir. Bireyi tüketim çılgınlığının bir dişlisi haline getirir. Ruhsal sağlığı yerinde olan insanlar, bu dayatmalara karşı direnç gösterir. Yaşadıkları duygu durumlarını aşırıya kaçmadan ama onları da baskılamadan yaşarlar. Bu, Aristoteles’in altın orta kavramına benzer; dengeyi bulmak, aşırılıklardan kaçınmak.

Yaratıcı Bir Beste Yapmanın Felsefesi

Yaratıcı bir beste yapmak, insani duyguların en saf ve yoğun hallerini müzik aracılığıyla ifade etmektir. Bu, tıpkı hayatın iniş çıkışları gibi, müziğin de acı, sevinç, öfke ve huzur gibi duyguların melodik bir yansıması olmasını gerektirir. Beethoven, bestelerinde kendi içsel mücadelelerini ve toplumsal adaletsizliklere duyduğu öfkeyi ifade ederken, her nota ile ruhunun derinliklerini açığa vurmuştur. Onun “Eroica” senfonisi, insanın kahramanca mücadelesinin ve bu mücadelenin getirdiği zafer ve yenilginin bir anlatısıdır.

Mozart, müziğinde hayatın güzelliklerini ve trajedilerini bir araya getirerek, dinleyicilerine hayatın karmaşıklığını ve çok katmanlı doğasını sunmuştur. Onun eserlerinde, bir yandan neşe ve hafiflik hissi duyarken, diğer yandan derin bir melankoli ve özlem hissedersiniz. Bu, insan ruhunun karmaşıklığını ve zenginliğini yansıtır.

Claude Debussy ise, doğanın ve insanın duygusal hallerini müziğinde resmederken, dinleyicilerini bir rüya dünyasına taşımıştır. Debussy’nin “Clair de Lune” adlı eseri, huzurun ve dinginliğin bir müzikal yansımasıdır, fakat aynı zamanda içsel bir yolculuğun ve duygusal derinliklerin de bir ifadesidir.

Duyguların beste yapma sürecindeki rolü, tıpkı bir ressamın renklerle oynayarak duygusal bir tablo yaratması gibidir. Bu süreçte duygular, notalar ve melodiler aracılığıyla şekillenir ve dinleyiciye aktarılır. Beste yapmanın felsefesi, insanın içsel dünyasını ve duygusal derinliklerini müzik aracılığıyla dışa vurmasıdır. Böylece müzik, dinleyiciye sadece bir sesler bütünü değil, aynı zamanda bir duygu ve düşünce dünyası sunar.

Sonuç olarak, olumsuzluklar karşısında kendini kötü hissetmek, sağlıklı bir ruh halinin göstergesidir. Bu duygular, insan olmanın ve hayata anlam katmanın temel taşlarıdır. Dengeyi bulmak, duygularımızı bastırmadan, onlarla barışık bir şekilde yaşamak, gerçek ruh sağlığının anahtarıdır. Sanatın ve felsefenin ışığında, bu duygularla yüzleşmek ve onları anlamlandırmak, insan varoluşunun en yüce görevlerinden biridir. Yaratıcı bir beste yapmak ise, bu duyguların en saf ve derin hallerini müzik aracılığıyla ifade etmenin en anlamlı yoludur.

Dr.Ayhan Özel