BLOG SANAT

BLOG SANAT

BLOG SANAT

Varoluşun Tanığı Olmak: Sahiplikten Şahitliğe Bir Yolculuk

Her insan, hayatı boyunca farklı arayışlar içinde yol alır. Kimimiz maddi dünyaya sıkı sıkıya sarılırken, kimimiz de derin anlamların peşine düşeriz. Fakat en nihayetinde, varoluşumuzun en saf hali, dünyaya sahip olma çabamızdan ziyade, bu varoluşa şahitlik etmemizle şekillenir. Bu felsefi yaklaşım, yalnızca yaşam tarzımızı değil, yaratıcılığımızı, özellikle de sanatı derinden etkiler.

Bestecilik, varoluşun melodilere dökülmüş hali olarak görülebilir. Bir bestecinin amacı, dünyaya sahip olmaktan ziyade, onun seslerine, ritmine ve nabzına şahitlik etmektir. Nota kağıdına dökülen her melodi, evrenin sürekli akan özünün bir yankısıdır. Besteci, doğanın akışını bozmadan, müziğiyle ona şahitlik eder ve zamanın ötesine geçer.

Fakat ne acıdır ki, ömrünü sahip olma hırsıyla harcayanlar, nihayetinde yalnızca bir hayalin peşinden koştuklarını fark ederler. Shakespeare’in dramlarında olduğu gibi, insanın trajedisi, her şeyin geçici olduğu bu dünyada kalıcı mülkiyet arayışına düşmesidir. Oysa sahip olmak istedikleri her şey, yalnızca gölgelerden ibarettir—tutmaya çalıştıkça kaybolan bir hayal. Sahip olma çabası, insanın içsel boşluğunu büyütür, onu hakikate daha da yabancılaştırır. Bu kişiler, eşyanın mahiyetini kavrayamadan, onun büyüsüne kapılıp aldanırlar. Dünyanın sunduğu maddi yanılsamalar içinde kaybolarak, ruhlarına şahitlik etmeyi unutur ve asıl sahip oldukları tek şey olan ‘zaman’ı yitirirler.

Ne ironidir ki, varlığına sahip olmaya çalışan insan, en sonunda sadece bir şahit olur—ölümün soğuk elini tutarken, her şeyin geride kaldığını fark eder. Mülkiyetin geçici olduğunu kavrayamayanlar, sonsuzluğun eşiğinde durduklarında, hayatlarının bir şahitlikten ibaret olduğunu anlarlar. Lakin o vakit, bu şahitlik çok geç kalınmış bir farkındalıktır; zira bu uyanış, sahip olma arzusuyla harcanmış bir ömrün son sahnesinde gerçekleşir. Trajedinin tam da burada başladığı yer, insanın sonsuza dek elde etmek istediği şeyin, yalnızca bir yanılsama olduğudur.

Shakespeare’in “Macbeth”inde olduğu gibi, hayat “bir gölge, bir zavallı oyuncu”dan başka nedir ki? Sahip olmak için uğraşırken yitip giden zaman, bizleri en sonunda birer seyirciye dönüştürür. Sahip olma arzusuyla sarıldığımız her şey, parmaklarımızın arasından kayıp giderken, aslında hayatı hiç anlamadığımızı fark ederiz. İşte o zaman, yaşadığımız trajedinin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalırız: İnsanın dünyaya sahip olma arzusu, ona yabancı kalarak yaşadığı bir hayatın en büyük yanılsamasıdır.

Besteci, bu trajediyi anlamış kişidir. O, sesleri sahiplenmez; onlara şekil verip evrenin melodisine şahitlik eder. Bestecinin dünyası, kontrolün değil, teslimiyetin dünyasıdır. Tıpkı Johann Sebastian Bach’ın müziğinde olduğu gibi, notalar evrenin ilahi düzenine boyun eğer ve zamansız bir hikâye anlatır. Bu hikâye, sahip olmanın değil, varoluşun özüne tanıklık etmenin hikâyesidir.

Ne de olsa, dünyaya sahip olmaya çalışmak, ay ışığını avuçlamaya çalışmak gibidir; bir hayal, bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek bilgelik, sahip olmakla değil, şahit olmakla mümkündür. Varoluşun trajedisine karşı en büyük zafer, dünyaya şahitlik etmek, onu kendi akışında izlemektir. Besteciler, bu hakikati en iyi bilenlerdir. Dünyaya şahitlik eden eserleriyle, bizlere de bu bilgece farkındalığı hatırlatırlar: Her şey geçicidir, ama o geçiciliğe tanıklık etmek sonsuzdur.

Ve bizler, dinleyici olarak, onların şahitliğine kulak verdiğimizde, kendi varoluşumuzun anlamını da derinden kavrarız.r

Dr. .Ayhan Özel